Seyyid Şerif Curcani Hazretleri

Büyük âlim ve velî. İsmi Ali bin Muhammed bin Ali Cürcânî, künyesi Ebü’l-Hasan’dır. Soyu Peygamber efendimize ulaştığından Seyyid Şerîf ismiyle tanınıp meşhur oldu. 1339 (H.740) târihinde Cürcan şehrine bağlı Tâku nâhiyesinde doğdu. 1413 (H.816) tarihinde Şîrâz’da vefât etti. Türbesi, Savahan mahallesinde Vâkib Kabristanında olup, ziyâret mahallidir.

Seyyid Şerîf Cürcânî küçük yaşından îtibâren Cürcan’da ilim öğrenmeye başladı. Nûreddîn Tuvâsî, Ömer el-Buhaymânî, Muslihiddîn bin Ebi’l-Hayr Ali ve başka âlimlerden okudu. Tahsîlini devâm ettirmek üzere seyâhatlere çıktı. Bu maksatla Hirat, Anadolu ve Mısır’a gitti. Hirat’ta Mevlânâ Kutbuddîn Şîrâzî, Mevlânâ Ebû Abdullah’ı ziyâret etti. İlim öğrenmek ve talebe olmak arzusunu bildirince, kendisini Mısır âlimlerinin en üstünlerinden Mübârek Şah’a gönderdiler.

Seyyid Şerîf Cürcânî’nin yolu Anadolu’ya uğradığında zamânın büyük âlimlerinden Muhammed Aksarâyî hazretlerini ziyâret etmek istedi. Aksaray yakınlarına geldiğinde onun vefât haberini aldı. Lâkin talebeleriyle tanışıp sohbet etti. Sonra da Aksarâyî hazretlerinin en meşhûr talebesi olan Şemseddîn Muhammed Fenârî (Molla Fenârî) ile de tanışıp, birlikte Mısır’a gittiler.

Mısır’a varınca, Mübârek Şah’ın medresesini arayıp buldu. Mübârek Şah’a hâlini ve maksadını anlatıp, hocasının gönderdiği mektubu verdi. Mübârek Şâh, hürmetle ayağa kalkarak, mektubu alıp öptü. Sonra; “Seni okuturum. Fakat sâdece dinlemekle iktifâ edeceksin. Derste soru sormana ve konuşmana müsâade yok” dedi. Seyyid Şerîf Cürcânî buna râzı oldu. Bu sırada Mübârek Şah, Mısır’ın ileri gelenlerinden birinin çocuğuna Şerhu Metâlî’yi okutuyordu. Böylece o da derse katılıp, dinlemeye başladı. Mevlânâ Mübârek Şah, bu kitabı gâyet iyi ve üstün bir mahâretle okuyor, ağır mevzûları açıyor, mevzûları derinlemesine îzâh ediyor ve talebeye öğretiyordu.

Derslere bu şekilde devâm eden Seyyid Şerîf Cürcânî, geceleri kendisine ayrılan medrese odasında derslerine çalışıyor, çok az uyuyordu. Mübârek Şah, geceleri medresede dolaşarak, talebelerinin durumunu teftiş ediyordu. Bir gece medresenin avlusunda dolaşırken, Seyyid Şerîf Cürcânî’nin odasından gelen sese kulak verdi. Okudukları Şerhu Metâlî kitabı üzerinde; “Şerhte şöyle yazılı, hoca böyle söylüyor, ben de şöyle diyorum.” diyerek, meselenin incelemesini yapıyordu. Hocası Mübârek Şah bunları işitince, çok sevindi ve son derece memnun oldu. Şâhid olduğu bu hâdiseden sonra, Seyyid Şerîf Cürcânî’nin artık bundan sonra derste konuşmasına ve soru sormasına müsâade etti. Bu husûsa Seyyid Şerîf Cürcânî çok memnun oldu. Derslere şevkle devâm edip, okuduğu Metâlî Şerhi‘ne, genç yaşında mükemmel bir hâşiye, açıklama yazdı.

Seyyid Şerîf Cürcânî, Mısır’da Mübârek Şah’dan Metâlî Şerhi‘nin yanısıra, aklî ilimleri de öğrendi. Ayrıca o sırada Mısır’da bulunan devrin meşhûr âlimlerinden naklî ilimleri okudu. O zamânın en meşhûr âlimi olan Ekmelüddîn Bâbertî’den de din ilimlerini öğrendi. Seyyid Şerîf Cürcânî, bu şekilde Kâhire’de dört sene kaldı.

Seyyid Şerîf Cürcânî, ilim tahsîlini tamamladıktan sonra memleketine döndü. Hükümdar Celâleddîn Şah Şücâ bin Muzaffer, onu Şîrâz’da bir medreseye müderris tâyin etti. Sonra hükümdâr Şah Şücâ ile yakından tanışıp, çok hürmet ve ikrâm gördü. Şah Şücâ ile tanışması şöyle nakledilmiştir: “Şah Şücâ ordusuyla Esterâbâd’daki Kasr-ı Zerd’e gelip, bir müddet orada kalmıştı. Bu sırada Seyyid Şerîf Cürcânî, kendi eserini hükümdâra takdim etmek üzere bir asker elbisesi giyip, hazırlandı. Şah Şücâ ile iyi görüşen ve zamânın en meşhûr âlimi olan Sâdüddîn-i Teftâzânî’nin yanına giderek; “Ben garib bir kimseyim. Ok atmakta mehâretliyim. Sultan ile görüşmemi sağlamanızı ricâ ediyorum.” dedi. Bunun üzerine Sâdüddîn-i Teftâzânî onu yanına alıp, sultânın otağına götürdü. Kapıda beklemesini söyleyip, içeri girdi. Onun hâlini sultâna anlattı. Sultan, Seyyid Şerîf Cürcânî’yi huzûruna çağırdı. “Ok atmakdaki mehâretini göster bakalım” dedi. Sultan böyle söyleyince, Seyyid Şerîf Cürcânî koynundan yazdığı kitabı çıkararak; “Benim oklarım ve mehâretim budur.” diyerek, eserini sultâna verdi. Aynı zamanda ilim ehli olan Sultan Şah Şücâ, eseri alıp inceledi. Onun ilimde yüksek derecede bir âlim olduğunu görerek, çok tâzim ve hürmet gösterdi. Çok mikdarda para verip, elbise ve binek hayvanı hediye etti. Sultan Şah Şücâ, Kasr-ı Zerd’den Şîrâz’a dönerken, Seyyid Şerîf Cürcânî’yi de yanında götürdü. Onu Şîrâz’da yeni yaptırdığı Dâr-uş-şifâ Medresesine müderris tâyin etti. Seyyid Şerîf Cürcânî, bu medresede on sene müderrislik yaptı. Bir taraftan da kıymetli eserlerini yazdı. Zamânının en meşhûr âlimi olarak tanınıp sevildi.

Tîmûr Hân, 1387 târihinde Şîrâz’ı fethedince, Seyyid Şerîf Cürcânî’ye çok hürmet gösterdi. Kapısına bir ok astırmak sûretiyle, emân alâmeti koydu. Onun evine sığınanlara da emân verdi. Tîmûr Hân’ın bir vezîri, Seyyid Şerîf Cürcânî’nin fazîletli büyük bir âlim olduğunu Tîmûr Hân’a anlatmıştı. Tîmûr Hân onunla karşılaşınca, kendisine bahsedilenden daha üstün bir âlim olduğunu görerek, hürmeti ve sevgisi arttı. İlminden istifâde etmek için, onu Semerkand’a dâvet etti. Bu dâvet üzerine Semerkand’a gitti. Tîmûr Hân, fethettiği; İran, Irak, Sûriye ve Anadolu gibi İslâm bölgelerinde bulunan zamânın seçkin âlimlerini Semerkand’a topladı. Başta Teftâzânî ve Seyyid Şerîf Cürcânî olmak üzere, çok değerli âlimler orada bulundu.

Tîmûr Hânın âlimlere büyük sevgisi olduğundan, Sa’düddîn-i Teftâzânî ile Seyyid Şerîf Cürcânî’ye huzûrunda ilmî münâzaralar yaptırırdı. Tîmûr Hân, Seyyid Şerîf Cürcânî’yi daha çok sevdiği için, münâzaralardan sonra; “Kabûl edelim ki, ikisi de din ve mârifet bilgilerinde aynıdır. O zaman Seyyid’in nesebi üstündür. Çünkü Resûlullah’ın soyundandır.” derdi. Seyyid Şerîf Cürcânî, on sekiz sene Semerkand’da kalıp, Tîmûr Hân’dan çok büyük alâka ve hürmet gördü. Semerkand’da kaldığı müddet içinde, medreselerde ders verip, yüzlerce kıymetli âlim yetiştirdi. Ayrıca çok değerli eserler yazdı. Tîmûr Hânın vefâtından sonra, Semerkand ve Mâverâünnehr’de çıkan karışıklıklar sebebiyle, Semerkand’dan ayrılıp, Şîrâz’a döndü. Vefâtına kadar Cürcân’da kalıp, ders vermek ve eserlerini yazmakla meşgûl oldu. Burada da, vefâtına kadar pekçok âlim yetiştirdi ve kıymetli eserler yazdı.

Seyyid Şerîf Cürcânî, evliyâlık yolu bilgileri adı verilen tasavvuf ilmini, evliyânın büyüklerinden olan Alâüddîn-i Attâr hazretlerinden öğrendi. Semerkand’da Tîmûr Hân’ın medresesinde ders verdiği sırada, Alâüddîn-i Attâr’ın sohbetine devâm ederek, tasavvuf ilmini öğrenmeye başladı. Alâüddîn-i Attâr’ın sohbetlerinde bulunmak için, soğuk, şiddetli kış günlerinde dahî, seher vaktinde kalkıp onun medresesine gider, kapıda bekler, müsâade edilince içeri girerdi. Ona büyük bir sevgi ve derin bir muhabbetle bağlı idi. Alâüddîn-i Attâr hazretlerinin teveccühleri ile kısa zamanda kemâle gelip, olgunlaştı. Tasavvuf hâllerinde daha da ilerlemek için, hocasından bir sohbet arkadaşı istedi. Alâüddîn-i Attâr da onu, en başta gelen talebelerinden olan Nizâmüddîn Hâmûş’a gönderdi. Bu zâtın sohbetlerinden de çok istifâde etti.

Bir gün Nizâmüddîn Hâmûş’un huzûrunda iken, tasavvufta murâkabe denilen hâle dalıp, kendinden geçmişti. Bu hâlde iken, Seyyid Şerîf Cürcânî’nin başından sarığı düşmüş, Nizâmüddîn Hâmûş kalkıp sarığını alarak başına koymuş, hâlini sormuştu. Bunun üzerine Seyyid Şerîf Cürcânî; “Çok zamandan beri levh-i müdrikemin (hâfızamın) nukûş-i ilmiyeden (ilimden) pak ve temiz olmasını istiyordum. Allahü teâlâya hamdolsun buna sohbetiniz bereketiyle kavuştum. Az zamanda mâlûmât endişesinden halâs olup, murâdım hâsıl oldu. Onun lezzet ve zevkinin galebesinden kendimden geçtim ve benden böyle bir hâl sâdır oldu.” demiştir.

Seyyid Şerîf Cürcânî, ilimdeki çok yüksek derecesine rağmen, asıl kemâlâta, Alâüddîn-i Attâr hazretlerinin sohbetinde bulunduktan sonra, ondan feyz alarak kavuşmuştur. Bu hâlini bizzat kendisi şöyle anlatır; “Hocam Alâüddîn-i Attâr’ın sohbetine kavuşunca, Rabbimi tanıyabildim.”

Seyyid Şerîf Cürcânî, talebelerine verdiği dersleriyle ve yazdığı eserleriyle, Selef-i sâlihînin yâni Eshâb-ı kirâm ve onları gören tâbiînin yolunu ihyâ etti. Selef-i sâlihîne halef-i sâdıkîn oldu. Hem yaşadığı asırda, hem de sonraki asırlarda eserlerine mürâcaat edilen bir âlimdir. Sonraki asırlarda yetişen âlimler, onun talebelerinden ilim almakla iftihâr etmişlerdir.

Talebelerinin en meşhûrları şunlardır: Başta kendi oğlu Nûreddîn Muhammed gelmektedir. Diğer bir talebesi de, din ve fen ilimlerinde âlim olan meşhûr Osmanlı âlimi Mûsâ Paşa Kâdızâde Rûmî’dir. Fethullah Şirvânî; Kastamonu medreselerinde müderrislik yapmıştır. Seyyid Ali Acemî; bu zât da meşhûr talebelerindendir. Aslen İranlı olup, ilim tahsîlini tamamladıktan sonra Anadolu’ya gelmiş, Bursa’daki Yıldırım Hân Medresesinde müderrislik yapmıştır. Fahreddîn Acemî; bu talebesi de, sonradan Anadolu’ya gelip, meşhûr Osmanlı âlimi Molla Fenârî’ye muîdlik, ders vekilliği yaptı. Ayrıca çeşitli medreselerde ders verdi. Sultan Murâd devrinde de Şeyhülislâm oldu. Hâce Alâeddîn Ali es-Semerkandî; bu talebesi de, ilimde yetiştikten sonra; Semerkand, Türkistan ve Hirat’ta müderrislik yaptı. Sonra Anadolu’ya gelip, Lârende adı ile anılan Karaman’a yerleşti.

Seyyid Şerîf Cürcânî’nin talebelerinden Afîfüddîn el-Cerhî, onun hakkında şöyle demiştir: “Asrının bir tânesi, âlimlerin sultânı, müfessirlerin iftihârı, ahlâk ve fazîletin nümûnesi, çok mütevâzî ve fakirlerin hâmisi idi.”

Yine talebelerinin meşhûrlarından Kâdı-zâde Rûmî ve o devrin meşhûr âlimlerinden Gıyâseddîn Cemşîd, Uluğ Bey, Muînüddîn-i Kâşî ve Alâüddîn-i Tûsî gibi âlimler, Seyyid Şerîf Cürcânî’ye, insanların üstâdı mânâsına gelen “Üstâd-ül-beşer vel-akl-ül-hâdî aşer” ünvânını vermişlerdir. Yine âlimler arasında, ilimdeki üstünlüğünü ve îtimâd edilen bir âlim olması sebebiyle “Es-Seyyid-üs-Sened” ünvânıyla tanınmıştır.

Seyyid Şerîf Cürcânî hazretleri buyurdu ki:

“Evliyânın sûretleri, öldükten sonra da talebesine gözüküp feyz verirler. Fakat, bunları görebilmek ve rûhlarından feyz alabilmek kolay değildir. Ehl-i sünnet îtikâdında olmak, İslâmiyet’e uymak ve onları sevmek, saygılı olmak lâzımdır.”

“Aklı olan, iyi düşünen bir kimse için, astronomi ilmi, Allahü teâlânın varlığını anlamağa çok yardım eder.”

Âlim ve velî bir zât olan Seyyid Şerîf Cürcânî hazretleri yazdığı eserleriyle insanlara hak yolun bilgilerini öğretti. Eserlerinin sayısı yüzden fazla olup, bâzıları şunlardır: 1) Tercümân-ül-Kur’ân, 2) Mişkât-ül-Mesâbîh Hâşiyesi, 3) Muhtasar-ül-Câmi, 4) Telvîh Hâşiyesi, 5) Şerh-us-Sirâciyye, 6) Hidâye Hâşiyesi, 7) Hâşiye alâ Şerh-it-Tecrîd, 8) Şerh-ul-Mevâkıf vb.

Kaynaklar
1. Mu’cem-ül-Müellifîn; c.7, s.216
2. Bugyet-ül-Vuâd; c.2, s.196
3. Ed-Dav-ül-Lâmi’; c.5, s.328
4. Fevâid-ül-Behiyye; s.125
5. Miftâh-üs-Se’âde; c.1, s.167
6. Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49 Baskı) s.1143
7. Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s.728
8. Şakâyik-ı Nu’mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); s.41
9. Keşf-üz-Zünûn; s.12, 41, 139, 193
10. Kâmûs-ul-A’lâm; c.4, s.2857
11. Rehber Ansiklopedisi; c.15, s.186
12. Reşehât; s.160
13. Hadâik-ül-Verdiyye; s.149

Menkıbe, Hikaye ve Kerametler kategorisinde yayınlandı. Seyyid Şerif Curcani Hazretleri için yorumlar kapalı

YAVUZ’ A YOLDAŞ VE SIRDAŞ OLAN NEDİM; HASAN CAN

YAVUZ’ A YOLDAŞ VE SIRDAŞ OLAN NEDİM; HASAN CAN


HAFIZ MEHMET, AKKOYUNLU SARAYININ MESCİDİNE BAKAN KENDİ HALİNDE BİR MÜEZZİNDİR. ANCAK ONDA ÖYLE BİR SES VARDIR Kİ, BÜLBÜLLER BİLE İMRENİR. KÂH VOLKANLAR GİBİ COŞAR, KÂH AKAR SULAR GİBİ. O YANIK KAHİRE AKSANI İLE OKUMAYA BAŞLADI MI, DİNLEYENLER BİR HOŞ OLUR. CEMAATİN GÖZLERİ DOLAR, YANAKLARDAN SICAK DAMLALAR KAYAR.

ŞAH İSMAİL’İN FİTNE KAYNATTIĞI GÜNLERDE DOĞU ANADOLU’DA CİNAYETLER, BASKINLAR BİRBİRİNİ İZLER, HALK CANINDAN BEZER. GECELERİ KAPI SÜRGÜLER, CAMLARA KEPENK ÇEKERLER. HAVADA TARİFİ ZOR BİR AĞIRLIK VARDIR. HANİ SIKINTI, KASVET KARIŞIMI BİR ŞEY. KARGAŞA GİTGİDE BÜYÜR VE GÜN GELİR AKKOYUNLULARI DA SARAR. ÖYLE ÇOK CAMİ YIKILIR VE ÖYLESİNE MÂSUM KATLEDİLİR Kİ, GÖRENLER HAÇLI GEÇTİ SANIR.

İŞTE YAVUZ’UN “İSLAM ÂLEMİNE BİRLİK” PAROLASIYLA YOLA ÇIKTIĞI DEMLERDE HAFIZ MEHMET TEBRİZ’E GİDER. BÜYÜK VELİ KEMÂLEDDİN ERDEBİLİ’NİN HİZMETİNE GİRER.

ÇALDIRAN ZAFERİNDEN SONRA ERDEBİLİ HAZRETLERİ’NİN ZİYARETİNE GELEN SULTAN’IN GÖZÜ ONCA İNSAN ARASINDA HAFIZ MEHMED İLE OĞLU HASAN’A TAKILIR. BUNLAR İSİMSİZ İNSANLARDIR, ANCAK YÜZLERİNDE İÇ FERAHLATAN BİR SAMİMİYET VARDIR. BİRDEN KANI KAYNAR VE NİYE ÖYLE YAPAR BİLEMEZ, ONLARI İSTANBUL’A DAVET EDER. HAFIZ MEHMED’İN İŞİ BELLİDİR: MÜEZZİNLİK! HASAN CAN’I İSE YANINA ALIR, NEDİM EDİNİR. İLERLİYEN GÜNLERDE YANILMADIĞINI GÖRÜR. BU GENÇ SIRADAN BİRİ DEĞİL, HEM GÖNÜL EHLİ, HEM ÂLİMDİR. BİR ÇOK LİSAN BİLİR. İKİSİ ARASINDA TARİFSİZ BİR YAKINLIK BAŞLAR. SIRDAŞ, YOLDAŞ OLURLAR. HANİ O, BEYNİNDEN GEÇENLERİ KAFATASINDAN SAKLAYAN SELİM SADECE ONA AÇILIR.

BEKLENEN RÜYA
YAVUZ’UN MISIR SEFERİNE NİYETLENDİĞİ GÜNLERDİR. EVET SON ABBASİ HALİFESİ MÜTEVEKKİLALLAH’IN GÜCÜ YOKTUR, ANCAK YİNE DE ONU İNCİTMEKTEN ÇEKİNİR. İBN-İ KEMÂL PAŞA VE ZEMBİLLİ ALİ EFENDİ, SULTANI İKNAYA ÇALIŞIRLAR. EVET BU SEFERİN LÜZUMUNA HERKESTEN ÇOK O İNANIR, AMA YİNE DE HUZURSUZDUR. YEMEKTEN İÇMEKTEN KESİLİR, UYKUYU DAĞITIR. SABAHLARA KADAR İBADET EDER, BURUŞUK KAĞITLARA KARIŞIK ŞEKİLLER ÇİZER. “AH!” DER, “AH BİR İŞARET GELSE.”

İŞTE UYKUSUZ GEÇEN BİR GECENİN ARDINDAN HASAN CANA SORAR:
-NERELERDEYDİN?

-AZICIK DALMIŞIM EFENDİM.
-ÖYLEYSE RÜYANI ANLAT.
-DİKKATE DEĞER BİR RÜYA GÖRDÜĞÜMÜ HATIRLAMIYORUM.
-OLACAK İŞ Mİ YANİ, BİR İNSAN UYUSUN DA RÜYA GÖRMESİN. İYİ DÜŞÜN GÖRMEN LÂZIMDI!

HASAN CAN ÇIKAR. “TUHAF” DER, “SULTAN BİR İŞARET BEKLİYOR AMA NE?” TAM O SIRADA BİR BAŞKA HASAN (KAPICIBAŞI HASAN EFENDİ) YAKLAŞIR. “BEN” DER “GARİP BİR RÜYA GÖRDÜM, AMA ŞİMDİ BUNU NASIL ANLATMALI SULTANA?”

HASAN CAN ONU ADETA APARIR, KOPARIR, ÇIKARIR YAVUZ’A. SULTAN “BUYUR!” DER, O BAŞLAR ANLATMAYA:
-HÜNKÂRIM AKŞAM ÇADIRINIZIN ÖNÜNDE NÖBETTEYDİM. BİR ARA İÇİM GEÇTİ. YA DA ÖYLE OLDUĞUNU SANIYORUM. ZİRA MEKÂN AYNIYDI VE BEN AYAKTAYDIM. BAKTIM DÖRT ATLI ÇADIRA YAKLAŞIYOR. HEMEN DAVRANDIM, ÖNLERİNE ÇIKTIM. GÜYA “KİMSİNİZ, NECİSİNİZ?” DİYE SORGULAYIP ÇEVİRECEKTİM ONLARI. ANCAK VURULDUM SANKİ. DONDUM KALDIM. ATLAR ÇOK ASİLDİ VE YERE BASMIYORLARDI. SÜVARİLER HEM ÇOK HEYBETLİ, HEM ÇOK SEVİMLİYDİLER. BIRAKIN HESAP SORMAYI, ETEKLERİNE KAPANMAK, ELLERİNİ ÖPMEK İÇİN YANIP TUTUŞMAYA BAŞLADIM. ESRARENGİZ ZİYARETÇİLER HÜNKÂRIMIZI SORDULAR. ÇADIRDAN IŞIK SIZIYORDU. “MEŞGUL OLMALI” DEDİM. ÖNDEKİ “İYİ” DEDİ, “RAHATSIZ ETME. SABAHLEYİN GELDİĞİMİZİ SÖYLERSİN. BİZ SERVER-İ KÂİNATIN ESHABINDANIZ. EFENDİMİZ SELİM HAN’A SELÂM SÖYLEDİ VE BUYURDULAR Kİ: HAREMEYNİN HİZMETİ KENDİSİNE VERİLDİ!” VE GELDİKLERİ GİBİ UZAKLAŞTILAR. BİR ANDA UFUKTA KAYBOLDULAR. SANCAKLARI IŞIKLI İZLER BIRAKTI. TAM “BUNLAR KİM OLA?” DİYE DÜŞÜNÜYORDUM Kİ BİR SES “NASIL TANIMAZSIN” DEDİ. “ÖNDEKİ HAZRETİ EBUBEKİR, YANINDAKİLER, ÖMER, OSMAN VE ALİ! RADIYALLAHÜANHÜM ECMAİN.

YAVUZ HEYECANLIDIR. RÜYAYI TEK KELİMESİNİ KAÇIRMADAN DİNLER VE NEDİMİNE DÖNER. “BİLİR MİSİN HASAN, BİZ EMİR OLUNMADIKÇA KIPIRDAMAYIZ. İŞTE ŞİMDİ TAMAM. ARTIK ÇIKABİLİRİZ YOLA.”

SİNA DENEN BELA
SİNA ÇÖLÜ KELİMENİN TAM MÂNÂSI İLE BELÂDIR. YER SARIDIR, GÖK SARI. GÜNEŞ TEPSİ KADAR İRİ, HAVA TOZ YÜKLÜDÜR. KUM DAĞLARI BİTEVİYE YER DEĞİŞTİRİR VE KLAVUZLAR DÖNEKTİR. SONRA ÇÖLÜN TEK VAHASI YOKTUR. MOLALAR AYRI DERTTİR. SICAK KUM VÜCUDU KUŞATIR AMA, KUMUN AZ ALTI YILAN, ÇİYAN KAYNAR. KUNDURALARDAN AKREPLER ÇIKAR. KAYPAK ZEMİN YORUCUDUR. DAHASI TOPLAR, ÇADIRLAR, HASIRLAR YERİNDEN KIPIRDAMAYAN AĞIRLIKLAR.

İŞTE ASKERİN TÂKÂTINI ZORLADIĞI ANLARDAN BİRİNDE YAVUZ SELİM ATINDAN ATLAR, YÜRÜMEYE BAŞLAR. EH SULTANIN YÜRÜDÜĞÜ YERDE, HAYVANINA BİNMEK KİMİN HADDİNE? BU İŞE MANA VEREMEYEN VEZİRLER ÖNCELERİ SUSMAYI DENER, YUTKUNUP DURURLAR. YAVUZ’A TEK KELİME SÖYLEYEMEZLER AMA, GÜÇLERİ HASAN CAN’A YETER. FIRSATINI BULUP ÇEVİRİRLER. “YETTİ GAYRİ!” DERLER, “ASTIRIRSANIZ ASTIRIN, KESTİRİRSENİZ KESTİRİN! AMA İTİRAZIMIZ VAR!”

-NEYE?
-ASKERİ YÜRÜTMENİZE!
HASAN CAN MÂNÂLI MÂNÂLI GÜLER. ÖNCE BOYNU BÜKÜK, GÖZLERİ YARI KAPALI YÜRÜYEN SULTANI GÖSTERİR, SONRA VEZİRLERİN KULAĞINA EĞİLİR “EFENDİMİZ SALLALLAHÜ ALEYHİ VE SELLEM YAYA OLARAK YOL GÖSTERİYOR” DER, “EĞER YAKIŞIR DİYORSANIZ, BİNELİM ATLARIMIZA”

İNANIN İMDAD-I İLAHİ ORTADADIR. NİTEKİM HİÇ OLMADIK ŞEYLER OLUR. ORDUYA KARA KARA BULUTLAR GÖLGE YAPAR, SAHRAYA GÖRÜLMEDİK YAĞMURLAR YAĞAR. BU ÇÖLÜ 13 GÜNDE GEÇEN İKİNCİ BİR ORDU YOKTUR. ANLAŞILAN O Kİ, HALİFELİK İSLAM’IN ZİNDE GÜCÜNE BAHŞ OLMAKTADIR. TÜRK’E!

CEZA MI, CAİZE Mİ?

BİR GÜN YAVUZ, HASAN CAN’A “BİLİYOR MUSUN?” DER, “BU GECE MUHAMMED BEDAHŞİ HAZRETLERİNİ GÖRDÜM. BEYAZ BİR ELBİSE GİYMİŞ, YOLCULUĞA HAZIRLANIYORDU.” HASAN CAN GAYRİ İHTİYARİ “AHİRET YOLCULUĞU OLSA GEREK” DER. YAVUZ’UN BU CEVABA CANI SIKILIR. “SEN BİLMEZ MİSİN?” DER, “RÜYALAR TABİRE BAĞLIDIR. EĞER ŞEYH’E BİR HAL OLURSA GÖZÜME GÖZÜKME!”

ÇOK GEÇMEZ. MUHAMMED BEDAHŞİ HAZRETLERİNİN VEFAT HABERİ GELİR. SULTAN HALİMİ ÇELEBİ’YE DÖNER: “ŞİMDİ BEN BU HASAN’I CEZALANDIRMAZ MIYIM?” DER. HALİMİ ÇELEBİ “A BE ÇOCUK NİYE AĞZINI TUTMAZSIN” GİBİLERDEN TEESSÜRLE BAKAR. LÂKİN HASAN CAN HÂL EHLİDİR, RAHATTIR. “ARAŞTIRALIM EFENDİM” DER, “EĞER BENİM TABİRİMDEN SONRA VEFAT ETTİYSE, CEZAYA HAZIRIM, AMA ÖNCE VEFAT ETTİYSE SULTANIMIZ BU FAKİRE BİR CAİZE (HEDİYE) VERSE GEREK” ARAŞTIRIRLAR. HASAN CAN HAKLI ÇIKAR. SULTAN ÇIKARIR KAFTANINI, ONA BAĞIŞLAR. DAHASI KESELER DOLUSU ALTIN VERİR. HASAN CAN KAFTANI SIRTINA ALIR, AMA ALTINLARI FAKİR FUKARAYA DAĞITIR. SEVABINI BAĞIŞLAR BEDAHŞİ HAZRETLERİNİN NURLU RUHUNA.

AKIBET HAYR

BİLİYORSUNUZ HAYATI MUHTEŞEM ZAFERLERLE DOLU OLAN YAVUZ, GENÇ YAŞINDA KÜÇÜCÜK BİR ÇIBANA BOYUN EĞER. SON NEFESİNİ VERİRKEN HASAN CAN YANINDADIR.

YAVUZ SORAR:

-HASAN BU NE HAL?
-ŞİMDİ ALLAH İLE OLACAK ZAMANDIR SULTANIM.
-AH BE HASAN. SEN BUNCA ZAMANDIR, BİZİ KİMLE BİLİRDİN?

YAVUZ’UN KONUŞMAYA MECÂLİ YOKTUR. MUSHAF-I ŞERİFİ İŞARET EDER. HASAN CAN O BERRAK SESİYLE YASİN-İ ŞERİF’E BAŞLAR. YİNE VOLKANLAR COŞAR, SULAR AKAR. SULTANIN YÜZÜNDE HUZURUN İZLERİ HÂLELENİR. SONRA LATİF BİR TEBESSÜM YAYILIR. KOCA SULTAN AYAN BEYAN GÜLER, BELKİ DE İLK KEZ BÖYLE GÜLER…

“NASIL BRE?”
MISIR SEFERİNE ÇIKACAKLARI GÜN KAYIKLA ÜSKÜDAR’A GEÇERLER. NEDENDİR BİLİNMEZ SULTAN, YOLDAŞINA TAKILIR. “HASAN CAN KAHVALTI YAPTIN MI?”
HASAN CAN CEVAP VERİR “BELİ (EVET) SULTANIM!”
-YUMURTA SEVERSİN DEĞİL Mİ?
-BELİ SULTANIM!

ARADAN YILLAR GEÇER. YOLLAR, MUHAREBELER, İNSANLAR, ŞEHİRLER… NİHAYET MISIR SEFERİ BİTER, İSTANBUL’A GELİRLER. ŞİMDİ YİNE SANDALDADIRLAR. AMA BU KEZ YÖNLERİ SARAYBURNU’NADIR. SULTAN ANSIZIN HASAN CAN’A DÖNER “NASIL BRE?”
CEVAP IŞIK HIZIYLA GELİR: “RAFADAN SULTANIM!”

BİRLİKTE DÜŞÜNMEK, BERABER HİSSETMEK… “HEMHÂL OLMAK” DENİLEN ŞEY BU OLSA GEREK.

HASAN CAN HAZRETLERİ BURSA YEŞİL TÜRBE HAZİRESİNDE MEDFÛNDUR.

Menkıbe, Hikaye ve Kerametler kategorisinde yayınlandı. YAVUZ’ A YOLDAŞ VE SIRDAŞ OLAN NEDİM; HASAN CAN için yorumlar kapalı

İBRAHİM EDHEM HAZRETLERİ VE CEYLÂN

İBRÂHİM BİN EDHEM, ÖNCELERİ BELH’TE SALTANAT VE DEBDEBEYE DÜŞKÜN BİR HÜKÜMDARDI. ONU BU DÜŞKÜNLÜKTEN KURTARIP ÂHİRETİNİ DE İHYÂ EDEBİLMESİ İÇİN, DEVRİN ÂRİF VE SÛFÎLERİNDEN ZAMAN ZAMAN KENDİSİNE İBRETLİ ÎKÂZLAR YAPILIYORDU. NİTEKİM MEŞHUR RİVÂYETE GÖRE BİR GECE SARAYININ DAMINDA BİRTAKIM ACAİP GÜRÜLTÜLER DUYMUŞ, UYUYAMAYIP MERAKLA SESLENMİŞTİ:

“– ORADA NE YAPIYORSUNUZ?”

GARİP BİR CEVAP VERİLDİ:

“– DEVEMİZİ KAYBETTİK, ONU ARIYORUZ!”

İBRÂHİM BİN EDHEM KIZDI:

“– DAMDA DEVE ARANIR MI HİÇ?”

BU SEFERKİ CEVAP İSE PEK MÂNİDAR VE İBRETLİ İDİ:

“– EY İBRÂHİM! DAMDA DEVE ARANMAYACAĞINI BİLİYORSUN DA, ŞU YAŞADIĞIN DÜNYEVÎ ŞATAFAT VE DEBDEBE İÇİNDE EBEDÎ SAÂDETİN ARANAMAYACAĞINI NİÇİN DÜŞÜNMÜYORSUN?”

DİĞER İBRETLİ ÎKÂZLARA NAZARAN BU SÖZLER, İBRÂHİM BİN EDHEM’E BİR HAYLİ TESİR ETTİ. ANCAK BİR MÜDDET SONRA BUNU DA UNUTTUĞUNDAN HÂLİNDE HERHANGİ BİR DEĞİŞİKLİK GÖRÜLMEDİ.

GÜNLER BÖYLECE GELİP GEÇERKEN İBRÂHİM BİN EDHEM, BİRGÜN MAİYYETİYLE BİRLİKTE CEYLAN AVINA ÇIKTI. BİR ARA MAİYYETİNDEN AYRILDI. PÜR-DİKKAT İYİ BİR AV ARIYORDU Kİ, KULAĞINA “UYAN!” DİYE BİR SES GELDİ. PEK ALDIRMADI. AYNI SES BİR DAHA TEKRARLANDI, SONRA BİR DAHA… SONRA HER TARAFTAN BENZER SESLER DUYMAYA BAŞLADI. SESLER:

“– ÖLÜM SENİ UYANDIRMADAN SEN KENDİN UYAN!” DİYORDU.

İBRÂHİM BİN EDHEM HEM ŞAŞIRDI HEM DE KORKTU. ANCAK O SIRADA KARŞISINA GÜZEL BİR CEYLAN ÇIKTI. BUNUN ÜZERİNE İBRÂHİM BİN EDHEM O NAZLI HAYVANI AVLAMA HEYECANINA DÜŞTÜ. BİRAZ EVVEL DUYDUĞU SÖZLERİ UNUTUP SADAĞINDAN BİR OK ÇIKARDI VE YAYINA SÜRDÜ. NİŞAN ALDI. TAM OKU FIRLATACAKTI Kİ, NAZLI CEYLAN GÖZLERİNİ İBRÂHİM BİN EDHEM’E DİKİP DİLE GELDİ:

“– EY İBRÂHİM! RAHMÂN OLAN ALLÂH, BENİ AVLAYASIN DİYE Mİ SENİ YARATTI?”

İBRÂHİM BİN EDHEM BAŞTAN AYAĞA TİTREDİ. GÖZLERİ BULUT BULUT OLDU, ATINDAN ATLAYIP SECDEYE KAPANDI; TEVBE ETTİ. CENÂB-I HAKK’A YALVARDI:

“EY LUTF U KEREMİ SONSUZ OLAN ALLÂH’IM! BENİM HÂLİME DE NAZAR KIL! NİCE ZAMANDIR DEBDEBE İÇİNDE ÖMÜR NEFESLERİMİ ZÂYÎ ETMİŞİM… EY ALLÂH’IM! LUTFUNLA GÖNLÜMÜ YIKA; KALBİMDE MUHABBETİNDEN BAŞKA BİR ŞEY BIRAKMA!”

ARTIK İBRÂHİM BİN EDHEM, GÖZLERİNİ BAMBAŞKA BİR ÂLEME AÇMIŞ, İLÂHÎ BİR İKLÎMİN TEMÂŞÂSINA DALMIŞTI. İŞTE BU TEMÂŞÂ, ONDAKİ DİĞER GÜZELLİK TELÂKKÎLERİNİ TAMAMEN SİLİVERMİŞTİ. BÖYLECE HER SABAH İHTİMÂMLA GİYDİĞİ SALTANAT ELBİSELERİ VE GÖĞSÜNÜ KABARTAN BELH SULTANLIĞI, ARTIK GÖNLÜNDE BÜTÜN İHTİŞÂM VE SÜSÜNÜ, HÂSILI BÜTÜN EHEMMİYETİNİ KAYBETTİ VE GÖZÜNE İĞRETİ GÖRÜNMEYE BAŞLADI.

BU HÂLET İÇİNDE GÖZLERİ TEVBE YAŞLARIYLA NEMLİ, YÜREĞİ NEDÂMET ATEŞLERİYLE YANIK OLAN İBRÂHİM BİN EDHEM, SAHRÂLARA DOĞRU YOLA KOYULDU. HAYLİ YÜRÜMÜŞTÜ Kİ, BİR ÇOBANA RASTLADI. DERHAL YANINA VARDI VE KENDİ LİBÂSINA MUKÂBİL ONUN ABASINI ALIP ÜSTÜNE GEÇİRDİ. O ANDA GÖNLÜNDE BÜYÜK BİR RAHATLIK HİSSETTİ. ÇOBAN İSE BU HÂL KARŞISINDA ŞAŞKINA DÖNMÜŞTÜ. İÇİNDEN: «PÂHİŞÂHIMIZ HERHÂLDE AKLINI YİTİRMİŞ OLMALI…” DİYORDU. OYSA İBRÂHİM BİN EDHEM AKLINI YİTİRMEMİŞ, BİLÂKİS AKLI BAŞINA GELMİŞTİ. O, CEYLAN AVINA ÇIKMIŞ, ANCAK ALLÂH TEÂLÂ ONU BİR CEYLAN İLE UYANDIRMIŞTI…

KISSADAN HİSSE:

DÜNYÂ İLE ÂHİRETTEN BİRİNİ TERCİH ETME SÖZ KONUSU OLDUĞUNDA ÂHİRETİ SEÇENLER, EBEDİYYET SULTÂNI OLARAK SONSUZ MÜKÂFATLARA NÂİL OLURLAR. ANCAK DÜNYÂYI SEÇENLER BU ÂLEMDE ZÂHİREN SULTAN DA OLSALAR, HAKÎKATTE EBEDÎ ÂLEMİN, ELLERİNE HİÇBİR ŞEY GEÇMEYECEK OLAN DİLENCİLERİ HÜKMÜNDEDİRLER. İŞTE BU SIRRI ANLAYAN İBRÂHİM BİN EDHEM, KENDİ ISLÂHININ ANCAK HÜKÜMDARLIĞI BIRAKMAKTAN GEÇTİĞİNİ GÖRÜNCE, BU FEDÂKÂRLIĞI VE FERÂGATİ YAPMIŞ VE BİR EBEDİYYET SULTÂNI OLMUŞTUR. ONUN KARŞISINA ÇIKAN KENDİSİNİ ÎKÂZ EDİCİ SEBEPLER İSE, BİR BAKIMA GÖNLÜNDE BULUNAN İHLÂS VE SAMİMİYET CEVHERİNİN BİR BEREKETİDİR. DAHA DOĞRUSU ONUN GÖNÜL HÂLİ, İLÂHÎ İKLÎME ADIM ATTIRACAK SEBEPLERİN KARŞISINA ÇIKMASINA VE HAKK’IN YÜCE TECELLÎLERİNE NÂİLİYYETİNE, SULTANLIĞI TERK GİBİ BÜYÜK BİR FERÂGATİN KENDİSİNE KOLAYLAŞTIRILMASINA VE NİHÂYET BİR LÂHZADA NİCE İHSÂNLARA ERMESİNE VESÎLE OLMUŞTUR. BU HÂLİ ŞÂİR NE GÜZEL HÜLÂSA EDER:

HAK TECELLÎ EYLEYİNCE HER İŞİ ÂSÂN EDER;

HALK EDER ESBÂBINI, BİR LÂHZADA İHSÂN EDER.

Menkıbe, Hikaye ve Kerametler kategorisinde yayınlandı. İBRAHİM EDHEM HAZRETLERİ VE CEYLÂN için yorumlar kapalı