mal ve rızkın nasıl kullanılacağı hakkında
Sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz’in bizlere vasiyetlerinden
biri de kazanacağımız mal, yiyecek, giyecek ve buna benzer elimize
geçen şeylerin kontrolü hakkındadır. Helal ve haramlığı kalbimizi
kurcalayan nesneleri kullanmamalıyız.
Allah’ın rızası üzerine olsun, gelmiş ve göçmüş atalarımızdan salih kişiler, ellerine ne geçerse geçsin, daha önceden bunları kullanan
yedi el –bazıları on el– hakkında inceleme ve araştırma yapmadan
bu malları kullanmazlardı. Bunlar hakkında içlerinde müspet bir kanaat doğunca, ellerine geçen bu gibi malları kullanmada bir sakınca görmezlerdi.
Günümüzde ise, fakirler (dervişler, sofiler) için bu gibi araştırma mümkün değildir. Binaenaleyh zamanımızda yapılacak iş, malı
alınan kimsenin durumunun tedkik edilmesidir. Bu kifayet eder.
Ey kardeşim! Bu ameli yapmak için, sana en çok yardımcı olacak, nefsi kanaat ve Allah korkusudur. İçinde kanaat beslemeyen
kimse, filin başını yemiş olsa dahi yine doymaz. Bir kimse boğazının
esiri olursa, o kimsenin Allah’tan sakınma ve korkma duygusundan
yoksun olduğu bilinmelidir.
Allah’ın rahmeti üzerine olsun, günün birinde şeyhim Aliyyü’l-
Havvas’a adamın biri gelerek, «Ey şeyhim ben eskisi gibi, çokça yiyemiyorum», diye şikâyette bulundu. Şeyh o kişiye, «Seni Allah şüpheli şeyleri yemekten korumuş, onun için Allah’a hamd et” dedi.
Halbuki Şeyh, adamın derdine deva olacak ilacı biliyordu.
Ben derim ki: Samimi bir derviş kendisini vera sahibi olmayanlardan üstün görmemeli. Her hal ü karda, minnet Allah’adır. Kulun bir dahli yoktur.
Hak bir kimseye günah bir şey yemesini kısmet etmiş ise, o
kimse o kismeti kesinlikle yer. Artık burada Allah’ın o kimseyi koruyup korumayacağı meselesi kalır ki, bir evvelki ahidde bu yönü
açıklamıştık. Yine gizli olmayan bir yön daha vardır ki, o da, Allah
ehli kişilerin ellerine geçen eşyayı, dış görünüş ve izlerine dayanarak, Allah’tan sakınıp korkmadan kullanmalarıdır. Bunlar Hak Taala’nın kalplerine bıraktığı izlerden, ellerine geçen eşyanın helal veya günahtan gelip gelmediğini anlarlardı.
Çünkü salih bir kişinin elinden alınan bir nesne, günah taşıyabileceği gibi, zalim bir kimseden alınan bir nesnenin de, günahtan
uzak bir kazanç mahsulü olması ihtimali de vardır.
İşte bu gibi, Allah ehli doğru kişiler, diğer kimseler gibi yalnızca o şeyin dış görünüşüne bakmayıp, batıni hal ve işlerde, o şeyin
içyüzüne bakarak kendilerini korumuş olurlar. Mesela, bir alim günah olan bir nesneyi alıp, sonradan o nesneyi benzer bir başkasıyla değiştirip, fakire getirip göstermiş olsa, o fakir, «Bu zalim kişinin aldığı günah malı elinden çıkmıştır. Bu o mal değildir, benzeri ve başkasıdır» der. İşte her makamın böyle bir ehli ve sahibi vardır.
Günün birinde kardeşim Şeyh Efdalüddin ile, beni bir dost yemeğe buyur etti. Yemek kızartılmış bir kuzu idi. Bu kimsenin daveti kasıtlı ve iyi niyetle yapılmayan bir davetti. Çünkü bu yemek bizlere değil, Portsaid Ömer’in çocukları ve maiyyeti için verilen bir yemekti. Onlar bu ziyafete gelmediklerinden onların yerine
bizleri davet etmişti. Sofra kurulup yemek önümüze konduğu vakit,
yemeğin geyiklerin kıç kısmında dolaşan böcekler gibi böceklerle
kaynadığını gördüm. Bu yemekten bir lokma dahi ağzıma koymaya
cesaret edemedim. Ev sahibi ise, bu yemekten bir lokma olsun yememiz için bizleri zorluyordu. Ben gördüklerimi misafirlik nezaketi icabı, ev sahibine söylemedim. Çünkü o bizlerin gördüğünü görmüyordu. Ortada görmesine mani olan bir hicap vardı. Fakat ben ve
kardeşim bu mani perdeyi aştığımız için, önümüze konan yemeğin ne durumda olduğunu görüyorduk. Kardeşim ise, benim gibi değil, bu yemeğin cin ve perilerle kaynadığını görmüştü. Ben de bu yemeğin
kurtlarla kaynadığını gördüm dedim. «Maksat, himaye ve yemekten tiksinti duymaktır. Aynı şeyleri görmememiz mühim değil,
gaye tahakkuk etmiştir. Allah’a hamd ü senalar olsun» dedi.
Ey kardeşim! Allah ehlinin korku ve sakınma yönünden sıfatlandıkları ölçüde bir sıfata varamadığın takdirde, şeriatın buyruğu olan
ölçüden aşağıya düşmemeye bakmalısın. Aksi halde ayağın ateşe basmış olur. Allah seni hidayetine eriştirsin.
Şeyhayn ve Tirmizi merfüan şu hadisi rivayet ederler: “Helal
belli, haram da belli. Helal ile haram arasında birçok şüpheli haller vardır ki, insanlar çoğunlukla bunun farkına varamazlar ve bunu
bilmezler. Şüpheli nesnelerden korunan kimseler dinlerini, ırzlarını
temize çıkarmışlardır. Şüpheli maddelere dalanlar bir koru çevresinde (hayvanlarını) otlatan bir çoban gibi çok sürmez içeriye dalabilirler…».
Buhari’nin rivayetinde, «Herhangi bir kimse helal olduğunda
şüphesi olan bir şeyi işlerse, o kişi gitgide onun içine dalar gider»
kaydı da vardır.
İmam Ahmed ceyyid senedlere dayanarak şu hadisi rivayet eder:
“İyilik nefsin kendisine huzurla yöneldiği ve gönlün yatıştığı (kaydiği) şeydir. Günah da –müftüler lehinde fetva verseler dahi- nefsin yönelmediği, kalbin de yatışmadığı nesnedir».
Bu hadisin anlamına gelince: Burada insanlar hakkında kötü
düşünmenin doğru olmayacağı belirtilmektedir. Zahiri alametlere
dayanarak veya yolunda yürüyen kimseler kendilerine ikram edilenleri – şüphe belirtileri görmeden- yemekten çekinmeleri, ikram sahibine olan su-i zanlarındandır. Hüsn-i niyet taşısalar elbette yerlerdi. Bu tür davranışlar halk arasında vera sahibi diye nam salma âdetinden kaynaklanmaktadır. Halbuki, Allah’tan gerçek olarak sakınanlar, kalblerinin terazisini kullanarak amelde bulunanlardır. Zira bu gibilerin korkusu gizlidir, kimseye belli etmezler. Allah daha
iyisini bilir.
Şeyhayn’ın rivayet ettiği bir hadise göre: Sallallahu aleyhi ve
sellem Efendimiz yolda yürürken yerde bir hurma danesi bulur ve
onu alarak şöyle buyurur: “Bu tek hurmanın sadaka hurmalarından
olmasından endişe etmeseydim bunu yerdim»,
Tirmizi, ve Nesai ve İbn Hibban şu hadise rivayet ederler: “Sana
şüphe vereni bırak, şüphe vermeyene bak». Taberâni’nin rivayetinde şu ziyade vardır: Sallalahu aleyhi ve sellem Efendimiz’e sorulur:
“Ey Allah’ın Resulü! Vera sahibi kimdir”? Efendimiz şöyle cevap verir: «Şüphe (li nesneler) yanında duraklayan kimsedir».
Buhari’nin anlattığı bir hadise göre: –Allah’ın rızası üzerine olsun– Hazret-i Ebu Bekir Sıddık’a hizmetçisi, içinde şüphe taşıyan bir yemek getirir. O da bu yemeği yer. Sonradan bu yemeğin içinde günah ve şüphe taşıdığını öğrenince, yediklerini gidip kusarak çıkarır.
Bu hadisden de şunu öğrenmiş oluyoruz ki, Allah’ın selat ve selamı
üzerlerine olsun peygamberlerden gayrı bütün insanlar günahlardan masum değildir. Ancak himaye-i ilahiye mazhar kişilerin, midelerine haram gittiğinde Allah bir vesile ile o onlardan çıkartır, haram onların midelerinde kalmaz. Hz. Sıddık’ın başına gelenler gibi, Allah’ın velilerine inayet ve yardımı, karınlarına günah bir şeyin yerleşmesine mani olur.
Ümmet-i Muhammedi haramdan bir şey yemiş olsa dahi, karınlarına inen bu günah lokmalarını vakit geçirmeden çıkarmaya çalışmalıdırlar.
Allah’ın salat ve selâmı üzerine olsun Hazret-i Adem de kendisine yasaklanmış olan ağacın meyvesinden yemiş , sonradan pişman
olarak tevbe ve istiğfarda bulunmuştu. Allah en iyisini bilir. Taberani merfuan şu hadisi rivayet eder: «Dinin en faziletli yönü şüphelerden sakınmadır».
Yine Taberâni’nin rivayet ettiği bir hadise göre de, «Dinimizin
en hayırlı yönü günahtan sakınmaktır» buyurulmuştur.
İbn Mace ve Beyhaki şu hadisi rivayet ederler: «Günah bir iş işlemekten sakınıp korkarsan, insanlar arasında Allah’a ibadet eden en üstün ve gözde bir kul olmuş olursun».
Ben de sizlere diyebilirim ki, günahtan (şüpheli nesnelerden) sakınan bir kimsenin Allah’a en iyi ibadet yapan olmasının hikmeti
şudur: Temiz ve şüphe taşımayan şeyleri yiyen kimseler Allah’a ibadetten ne bekar ne de usanır. İbadetlerini bıkıp usanmadan yapanların elbette diğer kimselerden üstün bir durumları vardır. İnsan
topluluklarının değişik hallerine göre az veya çok Allah’a ibadetten
bıkıp usananların Allah katındaki durum ve basamaklarını ancak
Allah bilir.
Tirmizi, İbn Mace ve Hakim şu hadisi rivayet ederler: «Kul, sakıncası olmayan bir şeyi sakıncalı nesnelere götürür endişesiyle terk
etmedikçe muttakilerin mertebesine erişemez”.
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.