5 Rebiülevvel

sabır, gazab ve rızanın şehadette yeri
Sallalahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in bizlere olan buyruklarindan biri de şayet cihad nasib ve kismet olmamış ise, bizleri, şehitler mertebesine eriştirecek amellerden kaçınmamız hakkındadır.
Ahiret gününün ecir ve sevabını kazanmak için. gönlümüzün
rızasıyla Allah yolunda canımızı fedaya niyet etmeli ve o saatin gelmesini sabırla beklemeliyiz. Zira, sabırdan sonra gazap gelir.
Bu ahidle amel etmek isteyenler, mutlaka öğüt verici ve uyarıcı
bir şeyhe bağlanmalı, onun yardımını istemelidir. Zira bağlanılacak hoca, ne yapacağını bilen, sülük sahibir kişidir. Rıza ve sabrın ne olduğunu bildiği için, kendi müridini de, sabır ve rıza çevresine nasıl çıkaracağını bilir. İç alemi örtülü ve kapalı olanlar, sabretmenin
tadını bilmediklerinden veya alamadıklarından, ancak kızgınlık ve
nefret taşırlar. İşte kişinin bağlandığı hoca, müridine ahiret sevabını, tedrici bir şekilde aşılamak suretiyle onu bu aşağılık duygusundan kurtarıp, gerçek sabır makamına çıkarmayı başarır. Böylece
mürid, ve musibetlere karşı direnmeye, sabretmeye alışmış olur.
Bağlandığı hocanın eliyle mürid, sabır ve makamına oturmuş olduğundan, sabırdaki gücü benimsemiştir. Önceden ilahi kahra karşı mukavemetin imkânsızlığını, Hak Taála’nın kaza ve kaderlerinin neticelerini hoş bulmadığı halde, niyetinde, kendisinin bunlara karşı takınmış olduğu kötü düşünce ve sü-i edebin ne olduğunu
öğrenir. Bundan sonra başına gelecek musibet ve belalardan dahi
zevk ve tad almaya başlar.
Artık mürid, Allah’tan gelecek belaların da, üç mertebede olacağını öğrenmiştir: Gazab, sabır, rıza… Hak Taala kulunu bu saydığımız üç basamağın her birinde o basamağın zevkini alıncaya kadar
tutsak etmiş olur. Bulunduğu ve tutsak olduğu basamağın zevkini
almadan, Hak Taala kulunu oradan, diğer basamağa çıkarmaz. Her
mertebenin yeri, diğerinden daha faziletlidir. Mesela, beladan hoşlanan ve tad alan bir kişi, bulunduğu mertebenin diğer iki mertebeden daha faziletli olduğunu söylememelidir. Gerçek şudur ki, kişi bu mertebelerin hangisini severse sevsin, nefsinin hangi mertebede tutsak olduğunu görse de, daima sabırlı olmayı bilmeli, Allah’a şükretmelidir.
Hadíslerde de açıklandığına göre, «Kişinin kazanacağı ecir, belanın
büyüklüğü nisbetindedir» Belanın zevkine katlanmayan ve
onun tadını almayan kişiler, rıza kazancını da kaybetmiş olurlar. Kişinin yegane kazancı belayı duyup ondan zevk almasıdır. Zira Hak
Taålå’nın kaderinden zevk ve tad almayanlar da belanın zevk
ve tadını kaybetmiş olurlar. Bütün bunlardan anlaşılan şudur ki, yukarıda anlattığım bu üç mertebe birbirine bağlıdır. Bu sebeple insan
her şeye karşı sabırlı olmalı ve rıza göstermelidir.
Allah’ın rahmeti üzerine olsun hocam Aliyyü’l-Havvâs, bu konu
üzerinde şöyle konuşurdu: «Hak Taálá’dan razı olmanın içinde gizli
bir kerahiyetin bulunduğu gerçektir. Çünkü, her insanın az da olsa
hastalıktan hoşnutsuzluk duyduğu bilinir. Bu hoşnutsuzluk insandan hiçbir zaman ayrılmaz. Yine insanda Hak Taålå’nın ihtiyarı hilafına
bir ihtiyarının (tercih hakkının) olması kesindir. Zira bu da
ondan hiçbir zaman ayrılmaz. Ve yine insanda üçüncü bir halet vardır ki, o da dünya sevgisidir, ona bağlı kalır. Bu sevgiden hiç bir zaman kerahet duymaz, sevgi de ondan ayrılmaz. Böylece insandaki
diğer kusurlar bu ölçü üzerine hesab edilir. Tasavvuf ehlinin gözünden perdeler kaldırılmış olsaydı, bu hislerin insanda temelli yerleştiklerini fark etmiş, bunların çıkarılıp atılmasının mümkün olmayacağını görmüş olurlardı. Bunun içindir ki, Allah’ın veli kulları yapmış oldukları güzel fiil ve amellerden dahi Allah’a tövbe ve istiğfarda bulunurlar».
Ayrıca şeyhim ve hocam Aliyyü’l-Havvas’ın şöyle konuştuğunu da duymuştum: «Rıza kelimesi, serkeş hayvanı uysallaştırıp zapt-u
rabt altına alma anlamına gelen «ravd» deyiminden türetilmiştir.
Böyle bir hayvan eğitildikten sonra üzerinde muhakkak ahmakça
serkeşlik belirtileri kalır. İşte insan da böyledir. (Kader-i İlahiyye’ye
tam rıza gösterdim dese bile; rızasızlığın cüz’i emârelerinden sıyrılamaz). Bundan ancak, Allah’ın ve üzerlerine olsun peygamberler istisna edilmişlerdir. Çünkü Hak Taala onların çamurunu
her türlü leke ve eksiklikten temizlemiş, ismet sahibi kılmıştır».
Ey kardeşim! Böyle hastalıklardan, bu hastalıkların sende bırakacağı ahmaklıklardan kurtulman, sana yüce Efendinin kısmet edeceği veya göndereceği kaza ve kaderlere gönül rızasıyla sevip isteyerek katlanman, sabır ve tahammül etmeyi öğrenip başarılı olabilmen için sülük sahibi bir hocaya bağlanmalısın. Diğer yönde de
Yüce Efendinin (Allah’ın) takdirlerini hoş karşılamayan çok gizli hislerinden de istiğfarda bulunmalısın.
Allah’ın rızası üzerine olsun Süfyan es-Sevri hazretleri: «Allah’ın
velileri, hastalanan kişi düşmüş olduğu hastalıktan kerahet duyup
hiddetlendiği için hasta olmaktan korkarlardı” buyururdu.
Vaktiyle benim oturduğum mahallede kemik hastası bir kadın
vardı, ızdırabından gece gündüz bağırırdı. Bir gece şöyle bağırdığını
duymuştum: «Ey Allah’ım! Beni bir hayvan kabul et. Bir lahza olsun
gözümü kapayıp uyumak için bana ikramda bulun”. Daha sonra bu
isyanından dönerek şöyle haykırmıştı: “Ey Rabbim! Sana tövbe ve istiğfarda bulunuyorum. Çünkü sen öyle değilsin ki (uyumazsın ki),
ben de olayım, ey Allah’ım! Ben sana ne yaptım ki, bu belayı verdin”.
Allah’ın rızası üzerine olsun Sğfyanı es-Sevri Hazretleri bu konu
üzerinde şöyle konuşurdu: “Bella ve musibet kişileri gerçekten peygamberlerdi. Zira onlar her çeşit ezaya, cefaya karşı sabır ve rıza
gösterirlerdi. Şayet ben bir hastalığa veya bir felakete düşmüş olsam acaba bende ne gibi haller görülürdü? Belki de farkına varmadan küfürde bulunurdum». Allah’ın rızası üzerine olsun Süfyanı es-Sevri Hazretleri böylece nefsini suçlardı. Öyle ya her makamın kişileri vardır.
İmam Malik, Şeyhayn ve diğerlerinin anlattıkları bir hadiste sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz ashabına: «Kimlerin şehid sayılacağını bana söyler misiniz? diye sorar. Ashab: -Ey Allah’ın Resulü!
Allah uğrunda savaşırken ölene şehid deriz” buyururlar.
Rasullah Efendimiz: «Öyle ise benim ümmetimin şehitleri pek azdır” buyurur.
Ashab: «Peki kimlerdir?» sorusuna Efendimiz: «Allah uğrunda savaşırken ölenler şehittirler, kolera ve vebadan ölenler şehittirler, karnından hastalanıp ölenler şehittirler» buyurmuşlardır. Bir diğer rivayette: «Suda boğulan da şehittir” buyurulmuştur.
Müslim’in merfüan rivayet ettiği bir hadiste de: «Beş türlü şehâdet vardır: Vurularak ölenler, karın hastalığından ölenler, suda batıp boğulanlar, yıkıntı altında can verenler, Allah uğrunda savaşırken ölenlerdir» buyurulmuştur.
İmam Ahmed ve Taberani’nin rivayet ettikleri bir hadise göre
«Gebe olup çocuğunu doğurmadan veya doğururken ölen kadınlar da
şehit sayılırlar» buyurulmuştur.
Taberâni’nin rivayet ettiği bir hadiste: «Ateşte yanarak ölenler,
zatülcenp (verem) hastalığından ölenler de şehit sayılırlar buyurulmuştur.
İmam Ahmet’in rivayetinde: “Veremden ölenler şehittirler buyurulmuştur.
Şeyhayn ise merfüan şu hadisi rivayet ederler: «Koleradan ölen
her müslüman şehiddir».
İmam Buhari de şu hadisi nakleder: «Bir şehirde kolera çıkarsa
orada bulunan müslüman bir kul kaza ve kadere rıza gösterir, bulunduğu yerden ayrılmayıp sabreder, sonucu beklerse, ölmese de bir şehidin
sevabını kazanmış olur».
Ebu Dâvud; Tirmizi, ve Nesai ve İbni Mace merfuan hadisi rivayet
ederler: «Mal yüzünden (malını korurken) öldürülen kişi şehiddir. Nefsini müdafaada bulunurken öldürülen kişi de şehiddir. Dini borç uğrunda öldürülen kişi de şehiddir, Ailesini savunurken öldürülen kişi de
sehiddir».
Tirmizi ve diğerleri de merfüan şu hadisi nakledenler: «Kişi haksız
yere elindeki malın alınacağını görür, gasbedenlerle dövüşürken ölürse
şehit sayılır».
Nesâi’nin rivayeti de şöyle: «Malı yüzünden (malını korurken) zulüm edilerek (haksız yere) öldürülen kişi sehiddir». Allah Sübhanehu
ve Taala en iyisini bilir.

Hayat-ı Şerifleri kategorisinde yayınlandı. 5 Rebiülevvel için yorumlar kapalı